25 Haziran 2008 Çarşamba

Pascal bizi diskoya götürdü.


Fransa’ya gidip sokakta Pascal’a rastlamanın karşılığı, Kızıldeniz’e dalmaya gittiğinde Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye ayırması gibi bir şey herhalde. Koskaca memlekette bizim biralandığımız barın önünden geçeceği tutmuş adamın. Geçip gitmesine izin verir miyiz!

Görür görmez bağırdık arkasından “Pascaaaal”. Bize döndü ve ağzından çıkan ilk kelime “Kardeşlerim gelmiş” oldu. Nasıl bir insansın sen be Pascal. Prekazi’nin hatırı olmasa o dakika bırakırım Galatasaray’ı. Hagi de cep telefonunu kaybedince “Hırsızlar!” diye bağırmıştı bize.

Belki iki saat içtik Pascal’la, lafladık, lafladıkça açıldı. Ahmet Dursun’dan, endüstriyel futbola, Çek Cumhuriyeti maçında hüngür hüngür ağlamasından, kızını kazara Galatasaray lisesine yazdırıp, akabinde hemen aldırmasına kadar bir sürü şey anlattı. Yok böyle gerçek bir insan. Üstüne bir de masada içilen bütün içkilerin hesabını ödedi. Galatasaraylı olduğumu söylediğimde de Burak Elmas ile yaptığı görüşmeyi anlattı.

Beşiktaş’a ikinci gelişinden önce Monako’da buluşmuşlar. “Çağırdılar, gittim, ayıp olmasın” dedi. Burak Elmas içi para dolu çantayı açmış, önüne koymuş.

B.Elmas: “Bak sana bir çanta dolusu para getirdim, at şu imzayı”

Pascal: “Abi beni Beşiktaş şimdi çağırsın ve öğlen akşam sadece kebap veriyoruz desin, imzalarım. Siz dünyayı verseniz gelmem, gelemem. Galatasaray’da oynarsam, nasıl bakarım ben Çarşı’nın yüzüne? Nasıl girerim Kazan’dan içeri?”

Benim için Galatasaray’da oynamış kadar oldun Pascal. Topa vurmasan da olur.

24 Haziran 2008 Salı

“Distorşınımla oynarsan, kafana tekmeyi yersin” 20.05.08 Peyote - Winona Riders


Dürüst olalım pek akıllı bir topluluk değiliz. Buna kendimi de dahil ediyorum. Kişi başına düşen gayri safi milli akıl düşük olsa da ben pırlanta gibiyim demek olmaz. Kolektif salaklığımızdan herkes payını alsın, nasiplensin. Mesela geçen akşam Peyote’de çalarken, vokalist/gitarist kardeşim Ali’nin distorşınına basıp kaçan insan evladına kim akıllı diyebilir?
Bu kadar hıyar bir espri anlayışına sahip birinin, Woody Allen’ın oğlu olma ihtimali nedir?

O sıcakta, birçok alkollü içeceğin dezavantajıyla, üç kişiye çalmaya çalışıyoruz. Sen napıyorsun, distorşın pedalına basıp kaçıyorsun. Komik mi? Değil. Kızar mıyım? Evet çok. Hatta kendi kendime sinirlenmekle kalmaz, kafanda baget kırar, o küçük İzmirli burnuna da tekme atarım. Hayvanlık mı bu yaptığım? Cahil olma. Her akıllı insanın her aptal insanın kafasına tekme atma hakkı mevcuttur. İnsan Hakları Beyannamesi’ni okuyan herkes bunu bilir.

Kafada kırılan bagetler ve atılan tekmeler dışında konser kötüydü. Normalde zaten kötü çalarız ama bu sefer cidden kötüydük. Uzun zamandır çalmamış olmanın verdiği hamlık, alkolle birleşince ortaya iyi bir şey çıkmasını beklemek saflık olurdu zaten. Sonuç olarak ya daha çok çalışmalıyız ve alkolü azaltmalıyız, ya da alkolü artırıp hiç çalmamalıyız. Bu saatten sonra ben oyumu alkolü artırmadan yana kullanıyorum.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Afrika açlıktan kırılmış, sen Grand Prix peşinde koş.











Cannes’a gittik, gördük, işleri gıptayla izledik. Emeği ve yeteneği takdir ettik, harcanan paraya özendik. Aaa bu bizim şey işine benziyor diyenler oldu, güldük. Hakkımızı yedi ibneler diyenler oldu, görmezden geldik. Erovizyon gibi abi, birbirini kolluyor komşu ülkeler diyenler bile oldu, onlar adına utandık. İyisiyle kötüsüyle bir Cannes daha geride kaldı. DDB ve DDB&Co toplamda 3 finalist çıkardı. Sevgili art direktörüm Levent "The Tit Master" ile yaptığımız Amnesty bannerı, cyber dalında finalist oldu. Gönül ister bir altın alalım, gümüş alalım ama çıta çok yüksek, beceremedik. Finalist de karnımızı doyurur, evde çorba kaynatır.

DDB Güney Afrika Energizer kampanyasıyla Press dalında Grand Prix’i kaldırdı. İyi iş, güzel iş ama sanki daha iyileri vardı, jüri biraz kolpalık yaptı. Ben olsam TBWA Paris’in Henkel işlerine verirdim. Erik’e yaranmaya çalışırdım. Bakın kararınızı verin. Erik’in hakkı yendi diyenler “Büyüksün Abi” yazıp 7000’e, yok Erik hak etmemiş diyenler “Afrikaya bir tas çorba da benden” yazıp 8000’e yollasın. Oylamanın sonucunu dakika dakika buradan izleyebilirsiniz.



not: İki kampanyadan da birer örnek ilan koydum. devamını görmek isteyenler için: http://www.canneslions.com/

12 Haziran 2008 Perşembe

Yazık ettin kendine Phil, yazık ettin.





Phil Spector dediğin adam, Ramones’lara tabanca çekip, albümün (End Of The Century) nasıl olması gerektiğini silah zoruyla anlatan manyağın teki. Sabaha kadar tutmuş adamları bir odada. Dee Dee Ramone, o dönemden bahsederken, hayatta en nefret ettiğim şarkı “Baby I love you” der Please Kill Me isimli kitapta. Gel gör ki o şarkıyı Phil Spector kaydetmiştir ve Ramones’un hit olan ender şarkılarından biridir. Öyle işte, Phil büyük adamdır, yaşlanmasa daha iyi olurmuş. Şimdi hapiste, cinayetten yatıyor, o ayrı hikaye.

Alice Cooper’ı pek bilmem, dinlemiş sayılmam. Yaş nedeniyle kaçırdım hard rock dönemini. Ama bir yerlerde okumuştum, Mr.Cooper biraya yılda 50.000 dolar harcıyormuş. Biranın tanesi 3 dolar olsa, yılda 16.000’den fazla bira eder. Günde yaklaşık 43 biradan bahsediyoruz burada. Bu kadar içebilen bir adamın yaşlanmaya hakkı yok.

Fotoları bir sitede gördüm, aldım, kullandım. Alice Cooper kime benziyor, Phil Spector’ın ruh ikizi kimdir diyecek zamanım yok.

11 Haziran 2008 Çarşamba

İnceyim, seksiyim ve tertemiz bir kalbim var.


Şişmanları bazı istisnalar dışında pek sevmem. Güvenilir bulmam. Her an bir şeyi yemeye hazır olmaları beni tedirgin eder. Ayrıca şişmanlar komik, eğlenceli, sevimli ve iyi insanlar olur klişesine hiç inanmam. Bir sürü sevimsiz, sıkıcı ve kötü kalpli şişman gördüm. Mesela Star Wars’dan Jabba, Goliath, Dune’dan Baron Vladimir Harkonnen, Henry IV, Bond’un rakibi Goldfinger, Meat Loaf(kendisini sevmediğim için listeye aldım, yoksa bir kötülüğüne şahit değilim), Austen Powers’tan Fat Bastard, Soprano’nun kardeşi Janice Soprano, South Park’taki Şeytan...

Birkaç örnek saymış olsam da filmlerde, kitaplarda genelde tam tersi olur. Kötü karakterler zayıf, ince ve atletik gösterilir. Bunun nedeni basit. Kötü adama sempati duymamız isteniyor. Adam zaten kötü, bir de çirkin olsa, iyice tiksiniriz değil mi? İzleyici ya da okuyucu arada kalmalı ki draması çıksın. Koyayım böyle dramaya. Kötü adama karizma yapalım derken kötü kalpli şişkoları unutuyorsunuz. Bir iki tane ince ve seksi kötü adamla da kalmıyorlar. Mesela vampir ırkı toptan zayıftır. Adamı da kadını da çok güzeldir. Parti yapsalar gitmek ister insan. Keşke sosyal çevremde bir iki vampir olsa diye düşünürsünüz izlerken
. O kadar yalan bir dünya, bu vampir dünyası. Bir tane şişko vampir yoktur. Saçma.

10 Haziran 2008 Salı

Kütüğümü Rotterdam’a aldırıyorum.





Hollanda Milli Takımı boş durmamış, karizmaya karizma eklemiş. Fotoğraflar Diesel’in fotocusu Mr.Olaf’a ait. Baktıkça bakası geliyor insanın. Güzel görünmesinin yanında, fikir olarak da şahane. Total futbolun isim babası Hollanda’ya “300” cuk diye oturmuş. Yunan Milli takımına tarihi nedenlerden ötürü daha çok yakışırdı sanki ama komşu pek reklam meraklısı değil. Zaten neye meraklılar, onu da bilmiyorum. Bizim kolektif başarısızlığımızın hemen yanında olmanın verdiği psikolojik rahatlıkla, hiçbir konuda ekstra çaba sarfetmiyorlar.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Akıllı ol Benfica, senden büyük Allah var.

Benfica’nın stadını görünce, bizim Ali Sami Yen’i düşündüm, sonra hemen düşünmekten vazgeçtim, canım sıkıldı. En manyak atmosferi olan Şükrü Saraçoğlu bile Estadio da Luz’un yanında Türk Telekom’un spor salonu gibi kalıyor. Birbirimizi yiyoruz burada. Yok ben aslan getirdim, gezdirdim, yok efendim Kop hayran olmuş Çarşı’ya... Ağzına ağzına vurmak lazım böyle konuşan adamların.

Herifler, stadın ortasına şeytan koymuşlar lan. Var mı ötesi? Adım Zidane olsa, bir düşünürüm sahaya çıkmadan önce. Siz hala üçlü çekin, konfeti atın. Ali Sami Hellmiş... Hadi oradan! Manyas Kuş Cenneti bile daha tehlikeli görünüyor.

30 Mayıs 2008 Cuma

Ve Tanrı motosikleti yarattı: Deus Ex Machina.


Erkeklik hormonu dediğin galon galon var ama nedense bir gün bile motor almayı düşünmedim. Düşeceksin, kolunu bacağını kıracaksın, can yakar. Biliyorum da söylüyorum, iki kere kolumu, bir kere bacağımı kırdım. Hiç hoş değil. Bir arkadaşım var, geçenlerde Rio’ya gitti. İlk gönderdiği fotoğrafta kendini Rio’nun en yüksek tepesinden aşağıya atmıştı. Planörmüş, çok zevkliymiş. Okyanusu aşıp, vaad edilmiş topraklara ulaşmışsın, insan kendine bir dikkat eder değil mi? Yok ille de adrenalin, ille de gerginlik, ille de tatsızlık.

Motosiklet de biraz öyle bir uğraş. Route 66 vardı da ben mi almadım chopper? İstanbul’un daracık sokaklarında, taksicilerin yamacında motor kullanmanın ne zevki var anlamıyorum. Amerikkka’da yaşasam, alırdım bir tane, akabinde yazılırdım ilk gördüğüm motor çetesine. Cool yaşardım. Burada aynı motoru alsam, yaşlıbaşlı reklamcılarla Bebek’te tur atarız en fazla. Peki Vespa kullananlara dikkat ettiniz mi? Sanki bir İtalyan kasabasında şiir yazıyormuş gibi görünmüyorlar mı?

İstisnalar var tabii. Mesela Yamaha’nın konsept modeli, Deus Ex Machina. Yarın çıksın alırım bundan. Süper kahraman gibi dolanırım bütün gün. Kırmızı ışıkta yaşlıları karşıdan karşıya geçiririm. Kedisi ağaca kaçan kıza yardım ederim. Farkındayım Deus Ex Machina biraz gösterişli ama zaten ben de pek mütevazı sayılmam.

Elf olacakmış... Önce insan ol insan!


Kitabıyla bir alıp veremediğim yok ama Yüzüklerin Efendisi kültüründen bir hayli tiksinirim. Pis insanlar sever. Haftada bir banyo yapanlar filmine de kitabına da bayılır. Haftada iki kere yıkananlar sadece kitabı sever, film hakkında atıp tutar. Yok şurayı nasıl atlamışlar, burası hiç olmaz mı filan. Lan bitli at kafa, film bu film, kitap değil!

Emeğe saygı, yaratıcılığa hürmet gibi niteliklerim olmadığı için, frpci-bitli-metalci hayran kitlesi nedeniyle kitabından da uzak dururum. Açık olalım, Tolkien’i adamdan saymam. Evime gelse, içeri almam. Karnı acıksa, ekmeğimi paylaşmam. Biraz geç kalmış bir yazı farkındayım ama Yüzüklerin Efendisi ile ilgili ne görsem, tadım kaçıyor.

Şu kızın kulağını kesen adam kendisine Body Modification Artist diyormuş. Ben kendisine “seni bir gün yakalarsam, kafanı kırarım” diyorum. Bizim mahallede vardı böyle bir çocuk, parmak aralarını keserdi jiletle. Çok psikopattı çok. Sonra meslek lisesine girdiğini duyduk, iş güç sahibi olmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Bir tatlı huzur almaya geldik, Kamboçya’dan...

Global Peace Index diye bir şey var. Kim huzurlu kim huzursuz, en rahatsız yer neresi diye sıralamışlar. 140 ülke arasında 115.sıradayız. Hemen üstümüzde Uganda var, bizden azıcık daha huzurlu. İdi Amin’in memleketi. Yaklaşık yarım milyon insanı ortadan kaldırmış bir abidir kendisi. Hatta bir kısmını akşam yemeğinde yediği söylenir. Uyduruyorsam şerefsizim, kıtır kıtır yemiş halkını. Buna rağmen Ugandalılar bizden rahat, kafaları sakin...

Haiti, 6 sıra üstümüzde. Bir sabah kalkıyorsunuz ve kafanız olması gerekenden 100 kat daha küçük, işte Haiti böyle bir yer. Birbirine eşek şakası niyetine voodoo yapan insanların bizden huzurlu olması canımı sıkıyor. Yoksa o kafa küçülten manyaklar kara büyü mü yapıyordu? Günahını mı aldım Haitililerin? Neyse şundan eminim, adamların yiyecek bir tane pirinçleri dahi yok. Haberlerde gördüm. Sefalet.

Dünyada kişi başına en fazla mayın düşen, tek bacaklı insanların memleketi Kamboçya da Türkiye’ye nazaran cennet gibi görünüyor. Listede bir hayli üstümüzde nefis bir yerleri var. Pol Pot’u adamdan sayardım, meğer Süleyman Demirel’den az germiş vatandaşı. Daha böyle gider bu liste. Linkini şey ettim, isteyen oyalansın.
http://www.visionofhumanity.org/gpi/results/rankings/2008/

23 Mayıs 2008 Cuma

Eskiden reklamcıların pipisi varmış.


Yatırmış kadını kaplan postu gibi yere, koymuş ayağını üstüne, kimsenin gıkı çıkmamış. Bir kadın da hır gür çıkarmamış. Yiyorsa şimdi yap böyle ilan, alnından öpeyim. Büyük bir olasılıkla hayatının geri kalanını Manisa’da tabela yazarak geçirirsin. Ya da bir grup kadın çıkar, bir sürü klişe cümlelerle, beyin ölümü yaşatır. Brüksel lahanası kıvamına gelirsin.

Brüksel lahanası deyince aklıma Pelin Batu geldi. Normalde kendisi aklıma bu kadar kolay gelmez. Geçenlerde televizyonda gördüm, oradan şey etti. Pelin, ne kadar sıkıcı bir insansın... Güzelsin, hoşsun, hani iyi bir insana da benziyorsun ama ben çok sıkılıyorum senden. Erkek arkadaşın da çok sıkılıyor mu acaba? Ya baban?
İnal Batu şeker gibi adam, akıllı, karizmatik, onun da canını sıkıyor musun?

Programda Reşat Çalışlar vardı hemen yanında. Enteresan şeyler söyleyen birine benziyor. Biraz çabaladı, denedi ama olmadı, olamazdı. Kurt Vonnegut gelse, onu bile kitlersin yemin ediyorum. Zavallı Reşat, pantalon içine sokulmuş gömleği ve beyaz atletiyle, çok çaresiz görünüyordu. Aynı Eflatun’un Republic’de yazdığı gibi, New York sokaklarında kaybettin adamı, Pelin.

20 Mayıs 2008 Salı

En iyi şarkısı “ironic” olan memlekete, mırıldanarak rock star olurum.


Bu kızcağız tasarım öğrencisi. Ödevini Vancouver’da bir binanın çatısına çiziktirmiş. Hangi bina olduğunu kimseye söylememiş. Herkesi de bunun çok yaratıcı bir fikir olduğuna inandırmış. Kapıcı yok mudur o binada, görmedi mi kızı elinde boyalarla binaya girerken? Vallahi sahipsiz bu Kanada.

Ayrıca eskiden olsa, hocası böyle öğrencinin ağzının ortasına çarpardı bir tane ama artık mecburen müsamaha gösteriyorlar serseri hareketlere. Kaynak götüm değil, bilerek yazıyorum, her yıl 200.000 kişi sıkıntıdan terk ediyormuş memleketi. E hemen altında New York’u, San Francisco’su var, sen olsan durur musun Celine Dion’un koynunda?
Giden 200.000 kişinin eksikliğini hissetmemek için de karşılığında aynı miktarda Türk, Afgan ve Filistinli alıyorlar. Bana sorarsanız pek sağlıklı bir değiş tokuş değil ama kendileri bilir.

Günün sonunda kızımız dersten A almış. Üstüne gazetelere, televizyonlara çıkmış. Okul bitince de kendini verir tasarıma, yapar bir atmık adam, kaldırır parayı. Kendisine hayatının geri kalanında sonsuz başarısızlıklar diliyorum.

16 Mayıs 2008 Cuma

O çok güzel sloganın var ya... Bir s.ke yaramıyor.


Marka dediğin şeye istediğin kadar slogan yaz, milyonlarca dolar göm, ben bok dersem boktur, şeftali dersem şeftalidir. Bu da sitesi: www.brandtags.net. Al önüne markayı koydum, aklına ilk gelen kelimeyi yaz demişler sitede. Oynaması çok eğlenceli. Çıkan sonuçlara da bakabiliyorsunuz.


Mesela Louis Vuitton denince akla ilk gelenler şöyle: Overpriced, pretentious, expensive, gay... Eğer Mösyö Vuitton olsam, bu sonuçlardan sonra reklama bir kuruş harcamazdım. Oturur daha güzel çanta yapardım.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Makineler bu sefer koyacak.



Terminator’ü severim ama üçüncü filmde T-X'i gördüğüm anda taraf değiştirdim, makineleri tuttum. Sonuçta film icabı insanlar kazandı ama T-X Arnold’ın her ortamda a.k.

Fotodaki kızcağız Summer Glau, Terminator: The Sarah Connor Chronicles’dan. Kötü bir dizi diyor sağda solda yazanlar, daha izlemedim. Summer, esas oğlan John Connor’ı korumak için gelecekten gönderilmiş.

Lan Arnold’ın yeri geldi gözü çıktı, kolu koptu, yıllarca ebesi ağladı Connor’ı koruyayım diye, bu kız mı koruyacak? Summer, T-X’in yanında mutfak robotu kadar tehlikeli görünüyor. Ben bu kıza köpeğimi emanet etmem. Diziyi de muhtemelen izlemem.

13 Mayıs 2008 Salı

Bir ilan yaptım, dünya değişti.


Sandax diş macunu kullan, hayatın değişsin. Zoting ye, renkli yaşa. Tonavo al, kendini bul. Biri çıkıp da efendi efendi, al bak güzel bir şey yaptık, almazsan da keyfin bilir demez. Çikolatasından, bulaşık deterjanına hepsinin aklı fikri hayatımı değiştirmekte. Ayrıca ne biliyorsunuz bok gibi bir hayatım olduğunu?

Al sana dünyayı değiştirecek ilan. Üstelik Pakistan International yukarıdakiler kadar iddialı değil. Acaip bir insan olacaksın, götünde maytaplar patlayacak filan dememiş. Sakin, uslu, kendi halinde. Başlığı da güzel, VIA PIA, oyunlu. Bayılırım.
not: bu ilanı bulan sevgili art direktörüm Levent "The Tit Fighter"a ayrıca teşekkür ederim.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Düzmece haber!

CIA’den sonra Amerikan Hazine Bakanlığı da boş durmamış. Nefis bir logo yapmış kendine. Logonun açılımı Office Of Government Commerce. Şöyle harfleri yanyana görünce bir sorun yok ama logoyu 90 derece dikecek olursanız, fallik bir durum ortaya çıkıyor. Amerika ile ticari bir ilişki kurmadan önce iyice düşünmek lazım. Adamlar niyetlerini gayet belli etmiş.

11 Mayıs 2008 Pazar

Sakalımı uzatır, kemik gözlük takarsam dünya turnesine çıkabilir miyim beybi? Rock Chick, Broken Social Scene’i izledi.


“Davul, bas ve gitarı hiçbir şey yenemez” demişti Lou Reed. Bu lafı bilir, bunu söylerim tartışma ortamlarında. Lou Reed’i tarafıma çektim mi susar herkes. Her ne kadar bir sürü dörtlü sevsem de üç kişilik grupların kalbimde yeri ayrı. Temiz olur müzikleri, kafa ütülemezler. İki gitarist çoğu zaman başımı ağrıtır.

Dün akşam Broken Social Scene’de zaman zaman dört gitarist saydım. Dört gitar dışında, davul, perküsyon, üflemeler, klavye ve daha bir şeyler bir şeyler... Babylon’un küçücük sahnesinde, hepsi sakallı, bakımsız, çirkin ve eli kolu dolu bir sürü insan. Tekneyle Yunanistan’a kaçan mülteciler gibi gözüküyorlardı.

Müziklerinde de pek bir numara yok. O kadar aletle, armoniden şaşmazsan ortalama bir ses çıkarırsın zaten. Onlar da öyle yapmışlar. Tam offf ne sıkıcı şarkı derken üflemeler dübüdü dübüdü başlıyor, haa o kadar da kötü değil diyorsun. Aslında çok kötü ama kulaklar üflemeliye alışkın değil.

Seyirci de hoştu. Ne kadar kel ve göbekli abi varsa gelmiş. Bir de etrafta dolanan 150 santim boyunda elektronik robot nano kızlar. Bayılıyorum bu kalabalığa ama fazla kalamadan kaçtık. Canım Ciğerim’de şiş yiyecektik daha.

9 Mayıs 2008 Cuma

Atmık Adam


Yanlış anlaşılma olmasın, sanat galerilerini filan dolaşmam. Hatta gururla söyleyebilirim, üç kere Amsterdam’a gittim, bir kere Rembrandt’ın müzesinden içeri girmedim. Anlaşıldı herhalde. İyi. Bu Takashi Murakami at kafalısı, uzak doğunun Warhol’u olarak nam salmış. Yanda gördüğünüz heykel kendisine ait. Kızlar, tasarımcılar filan hasta bu herife.

Olmaz ya, cebimde harcamak istediğim, harcayamazsam korkunç rahatsız olacağım miktarda bir para var... Üstelik Nou Camp’ta maç izlemişim, Toy Dolls konserine İskoçya’ya gitmişim ve Hint okyanusunda küçük bir ada almışım. Yani hayatta yapabileceğim her şeyi yapmışım, her zevki yaşamışım. Para artmış. Ben de artık sıkıntıdan kendimi sanata vermişim. Demişim ki heykel filan alayım, pahalısından, dursun adanın bir köşesinde. Takashi’den al demişler, heykelin iyisi onda. Gitmişim adamın dükkanına, göstermiş bana “Atmık Adam” heykelini... Soruyorum size, insan soğumaz mı sanattan?

CIA konkur açsın.



Yukarıda gördüğünüz CIA’in terörle mücadele logosuymuş. Adamlar terörle mücadeleye yılda bilmemkaçmilyardolar para ayırınca, logoyu yaptıracak paraları kalmamış herhalde. Diyelim Jack Bauer gibi bir adamım, aksiyona her an hazırım, kimliğimi göstermem gerekti, çıkardım gösterdim, kim ciddiye alır beni?

8 Mayıs 2008 Perşembe

aaa ne güzel!

Şikago'da metroya binmeden önce zekice bir şeyler görebilirken, İstanbul'da öyle sağa sola bakarsanız götünüzü pandiklerler afedersiniz. E tabii Şikago metrosunda geç saatlerde zenciler götünüzü keser, orası ayrı.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Allahın sevdiği Ramone: Tommy Ramone.



Orijinal Ramones kadrosunun ayakta kalan son üyesi. Üçü gitti, biri kaldı. Dee Dee ve Joey hiç sevmezlermiş Tommy’i. Alkol, uyuşturucu gırla giderdi, bir Tommy içmezdi hiçbir şey demişler. Uyuz oluyorlarmış adama. Gel gör ki Tommy hala yaşıyor, grubun kalanı öldü.

Not: Tommy Ramone sağdaki, soldakiyse kankasıymış Colin Brunton, sinemacı, tanımam.

6 Mayıs 2008 Salı

Ekmek aslanın ağzında değil.


Oltaya gelme genç insan.


İngiliz Sağlık Bakanlığı’nın sigara içmeyin, fena olur kampanyası bir rekora imza atmış. Tam 774 kişi bu reklamdan rahatsız olup, şikayette bulunmuş. Reklam yasaklanmış, sonra yine serbest bırakılmış filan. Biz de kızıyoruz youtube kapandı diye. Anamız, bacımız giriyor youtube’a, varsa bir yanlışları tabii ki kapanacak.

Rock Chick Babylon’daydı. Masaçusetsli Sebadoh mu Balıkçı Sebahattin mi?


Pazartesi akşamını Sebahattin’in leziz balık seçenekleri ve yanında bir büyük Tekirdağ’la geçirmek varken, sevgilim olacak rock insanı yüzünden Babylon’a Sebadoh’u izlemeye gittim. The Gutter Twins fiyaskosundan sonra rockla barışmaya hazır değildim. Hele indie rock dendiği zaman aklıma hiç güzel şeyler gelmiyor.

Indie rock nazarımda şöyle bir şey, “Ramones kadar iyi melodiler bulamıyoruz, Kurt Cobain kadar yakışıklı değiliz ama biz de tutunabiliriz”. Nasıl mı tutunuyorlar? Bir söz bir nakarat, bir distorşın bir sakin. Formül basit, bir de saç baş dağınık filansa bu iş olur. Arada tabii ki indie rock’ın iyi örnekleri var ama genellemeler hayatımı kolaylaştırıyor. Dinosaur Jr genellemelerin dışında kalır mesela çünkü J.Mascis melodi ustası. Günümüzden Adam Green de türün başarılı ismi. Ya da yakın geçmişten Ben Folds Five, Nada Surf, Karate ve belki biraz Pavement. Ama büyük kısmı yalan dolan. Kings of Convenience seven bir insanı nasıl ciddiye alabilirim?

Bir de şu tavır beni ayrıca sinirlendiriyor. O kadar rahatız ki sahnede sıçsak bile bize yakışır. Hayır arkadaşım, sahnede sıçamazsın. Şarkıyı ortada kesip, çok hızlı oldu, baştan çalalım diyemezsin. O kadarını sevgilim de yapabiliyor. Ama dünya turnesine çıkmıyor. En fazla Peyote’de çalıyor.

Neyse, gecemiz pek parlak geçmedi açıkçası. Sebadoh yerine Sebahattin’e gitsek en azından karnımız doyardı.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Viva Belinda!



Cinco de Mayo yani 5 Mayıs Meksikalılar için özel bir gün. 150 yıl kadar önce bugün Fransızları tepelemişler. Biz nasıl Maraş’ın Fransız işgalinden kurtuluşunu kutluyoruz, onlar da bugün havaya giriyor. Yine gelin yine çakarız durumu.

Fotodaki grup Kaliforniyalı art-punkçılar, Black Randy. Günün hatırasına sahne almışlar. Kaliforniyadaki hispanik gençler eğleniyor, coşuyor, Fransız üniforması giymiş temsili askerleri dövüyorlar filan...

Belinda Carlisle yine arkada, back vokalde, yıl 1978.

İki günde Paris’i teslim eden milletin otomobiline binmem.



Citroen C5’in reklam filminde Brandenburg Gate, kartal filan gibi Nazi ikonları var diye ayaklanacak halim yok. Résistance’ın kemikleri sızlasın bana ne! Ama durum komik. Sen Almanlara iki günde teslim et Paris’i, gelsin Amerikalılar kurtarsın vatanını, sonra çıkıp Citroen'e “more German than Germans” diye kampanya yap. Allahınıseversen neren more? Amerikalılar biraz daha gecikse, Paris Alman kasabası oluyordu. Lafı da “Unmistakably German”. Lan sen önce kendi hatalarına baksana, mercan adalarında nükleer bomba deneyen başka bir millet var mı? Ayrıca efendi efendi çıkıp, Almanlar daha iyi otomobil yapar, biz de elimizden geleni yaptık desen olmuyor mu? Fallon, otomobil tarihinin belki de en kötü markası Skoda için İngiltere’de ne yapmıştı? “It’s a Skoda. Honest”. Atıp tuttun da noldu şimdi!

4 Mayıs 2008 Pazar

Lola side of life

“Lola” Kinks’in en güzel şarkısıdır herhalde. İlk deneyimini bir travesti ile yaşayan bir ergenin komik hikayesini anlatır. Şarkı 60’larda yayınlandığında sözlerde geçen Coca Cola yüzünden, grupla Coca Cola mahkemelik olur. Coca Cola, isminin müstehcen bir şarkıda geçmesinden hoşlanmaz. Hatta Davies sözleri değiştirir ve Coca Cola yerine Cherry Cola der.

Aradan 40 yıl geçince, Coca Cola şarkıyı satın alıp, reklam filminde kullanmış. Davies kardeşler nasıl izin verdi diyeceğim ama dünya bu hep beraber dönüp duruyoruz.

Rock Chick Yeni Melek’ten bildiriyor. The Gutter Twins: Gitarlı, davullu Oya- Bora!

Biletler 45 YTL, içeride toplasan 200 kişi var. Bunların yarısı davetli olsa, konsere bilet alıp gelen 100 hesap kitap bilmez müziksever var. Biri de benim sevgilim. Paramızı, Seattle’ın hatırası için resmen sokağa attık. Şarkıları, bir iki parça dışında oldukça kötüydü. Ne kadar kötü olduğuna şöyle bir örnek vereyim, bir parça abartısız “Still got the blues”a benziyordu.

Mark Lanegan ve Greg Dulli ikilisi, grubun ismini Seattle Mirasyedileri olarak değiştirebilirler. Nacizane önerim: Prodigal Sons of Seattle.

Not: Yeni Melek mimari olarak azıcık Brixton Academy’i hatırlatıyor. Her Yeni Melek’e gittiğimde küçük de olsa heyecanlanıyorum. Bok gibi ses sistemini duyar duymaz da uyanıyorum.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Woody gelsin, ben de yürürüm Taksim’e.



Uncle Dave Macon, The Monroe Brothers, The Sons Of The Pioneers, Slim Smith, Billie Holiday, Furry Lewis, Woody Guthrie... 1928’den 1953’a kadar ne kadar sinirli abi/abla varsa bu albümde toplanmış.

1 Mayıs’ın anlam ve önemi hakkında pek bir fikrim yok açıkçası. Konfor ve huzur dolu koltuğumda, yok sinir gazı sıktılar, şimdi vatandaşı copladılar, hastaneye gaz bombası attılar gibi ilginç haberleri, Starbucks’tan aldığım keki kemirerek sakince izledim.

Ama Woody Guthrie severim. Slim Smith’in ismi şık. Albüm kapağı da nefis olmuş.

28 Nisan 2008 Pazartesi

making tosh!


Almanların kızları da güzel, otomobilleri de. Zaten otomobiline bakıp, o ülkede güzel kız olup olmadığını hemen söyleyebilirim. Çünkü:
1. Kızlar güzel otomobile binmek ister.
2. Eğer güzel otomobile binmek isteyen kızlar da güzelse, erkekler mecburen güzel otomobiller üretir.

Mesela Fransızların kızları çirkindir. Koltuk altı tüyleri ve favorileri ile bilinirler. Arabaları da dandiktir. Fark ettiyseniz, otomobil demedim, araba dedim. Zira Fransızlar ancak araba yapabilir. İngilizlerde de durum farklı değil. Kızlar, arabalar tümüyle çirkin. Doğu blokuna girmeyelim, konuyla alakasız. Sosyalizm orada güzel araba yapılmasına imkan tanımadı.

Dieter Rams, otomobili güzel kadını güzel bir ülkenin vatandaşı. O kadar güzelliğin içinde de boktan bir tasarımcı olmamış. 60’larda Braun için birçok şey tasarlamış. Jonathan Ive ise Chingford’da doğmuş bir İngiliz köylüsü. Apple’da çalışıyor; titri: Senior Senior Vice President of Industrial Design. Hepmizden çok kazanıyor ama boktan bir tasarımcı. Herr Rams ne yapmışsa, almış taklit etmiş. Apple, Mac, i-pod manyağı bütün karıya, kıza ve art direktörlere selam ederim.

not: Yukarıdakiler Braun'un televizyonu, radyosu, cep radyosu...



24 Nisan 2008 Perşembe

Belinda Carlisle’ı hiç böyle görmediniz. Hemen tıklayın.


Ben bu kadını çok severdim küçükken. Kasedini bile almıştım. Resimde Belinda henüz onlu yaşlarında, The Jam konserinde. Alt grup da The Dickies. Zaten The Dickies’in davulcusu Karlos Kaballero’nun manitasıymış o dönemde. O zaman The Dickies’den bir şarkı ile bitirelim “eep opp ork uh uh means i love you!”

23 Nisan 2008 Çarşamba

Müziğin beş para etmez ama kafan çalışıyor maşallah.


Radiohead dediğin bir grup ağlak kız çocuğu. Eskiden müzik yapan ağlak kız çocuklarıydı. Artık müzik de yapmıyorlar. Ritim verin oradan, Thom üstüne ağlasın 7 dakika. Bir de şu globalleşme karşıtı duruşlarına ayrı sinirim. Yok uzak mesafelerde konser vermeyiz, uçağa binersek küre ısınır.


Madam Yorke ve arkadaşlarını takdir edenlere bir iki sorum var.

Ortalama bir albüm çıkardığın zaman, gruba ödenen ücretten, masterını yapan müzisyen olmak istemiş ama olamamış adama ödenen ücrete kadar her şeyin maliyeti ne tutuyor? Bütün bu maliyeti cd başına böldüğün zaman ne çıkıyor? Hesaplamışlar, 3 Amerikan doları. Stüdyoda harcanan elektrik bile bu masrafa dahil. Güzel. Peki neden bir albüme bunun en az 5 katını veriyoruz? Mesela 7 dolara iki mislinden fazlaya satsalar olmaz mı? Olmuyor demek.

Kayserili KOBİ Thom Yorke ve arkadaşları, hayranlarımız albümümüze ne kadar değer biçiyorsa o kadar versin ve sitemizden indirsin demişti ya... Bir albümün değerinin 3 dolar olduğunu bilmeyen ve hayatı boyunca bunun misli misli fazlasını ödeyen birinin bu duruma tepkisi ne olur?

Ay ne şekerler...

Bok şekerler!

Resimdeki şarap şişesine dönecek olursak, şişenin sahibi Güney Afrikalı şarap üreticisi Pieter Walser. Bir hayli uyanık bir adam. Son mahsülü “Moment of Silence”ı aynı yöntemle satışa çıkarmış. Gidin alın marketten ve o kocaman gönlünüzden ne koparsa onu verin demiş. Etiket yok, fiyat yok. Ne kadar istersen onu ver. Hmm peki orta kalitede bir sofra şarabının maliyetini kim biliyor?

Sonuç, bütün şaraplar satılmış ve alıcılar Pieter’ın tahminin %20 kadar fazlasını ödemiş.

22 Nisan 2008 Salı

Felaket Dedeleri! Erozyon Dede ve Deprem Dede’nin kitapları ilk defa bir arada: Dedeler Seti çıktı!
















Deprem Dede’yi biliyordum bilmesine ama diğer dedeye “Ağaç diken tonton adam” diyordum. Velhasıl onun da lakabı varmış: Erozyon Dede! Bugün DNR’da dolaşırken kitabını gördüm. Tema Vakfı filan feşmekan, kitabı çıkmış, adının yanında Erozyon Dede yazıyor.
Uzatmıyorum, ben dedelerin isminden rahatsızım. İkisi de Ay Dede gibi a
dam, tonton, nur yüzlü. Ayrıca torunları yok mu bu dedelerin? Erozyon Dede torununa ne anlatır? Toprak bir kaydı, bütün köy göçük altında kaldı. Çoluk çocuk gittiler. Hadi bakalım yaşa bu travmayla!

20 Nisan 2008 Pazar

cash tıraşı!


Mehmet Barlas, İbo’yu Sinatra’ya benzetmiş. Yanında oturan Ali Şen de İbo esas Cash’e benziyor demiş. E sen de o zaman at kafasına benziyorsun, oldu mu şimdi?

Barlas, okuyan bilen adam ama okuyan-bilen insanların müzik dinlemeye pek zamanları olmaz. O yüzden konu müzik olunca pek ciddiye almamak lazım. Zaten Barlas’ın İbo-Sinatra benzetmesinin de –her ne kadar yazısında söylemese de- müzikle ilgili olduğunu sanmıyorum. Bilindik şeyler; Sinatra’nın mafya, politikacılar ve kadınlarla olan ilişkisi üzerinden bir teşbih kurmuş olsa gerek.

Ali Şen karnaval gibi bir insan. İzlerken başım ağrıyor. Şehrimizi terk etsin ve bir daha gelmesin istiyorum. Cash, folklorik bir karakter, İbo da öyle demiş, çekilmiş.

Lan gidin klasik müzik dinleyin, jazz dinleyin, bulaşmayın böyle şeylere. Yazıya başlamadan önce bu kadar kızgın değildim, yolda açıldım. E ama bu da sinir sistemi, sindirim sistemi değil ki sıçayım düzelsin.

Çal oradan bir Ramones, beybi! Çal da sempatikleşelim tekrar.

Beat on the brat with a baseball bat!
What can you do?
What can you do?

18 Nisan 2008 Cuma

bernbach'a saygılarla...





















Otomobili şu hayvana benzet, bu hayvana benzet, olmadı robot olsun, transformer gibi açılıp kapansın, e yetti ama. Metaforlarınıza sokayım. Yürü be Paris DDB! Kim ne derse desin, bayıldım bu kampanyaya. Tokadı vurdunuz Metaforcu Tamil Gerillalarına. Şimdi biri çıkıp der, yok şu başlık olmamış, bu daha iyi olurdu filan, meşe odunuyla girerim.

Not: Erik Vervroegen estirmiştir şimdi TBWA Paris’i. Yazın lan daha iyisini.