30 Nisan 2008 Çarşamba
28 Nisan 2008 Pazartesi
making tosh!
1. Kızlar güzel otomobile binmek ister.
2. Eğer güzel otomobile binmek isteyen kızlar da güzelse, erkekler mecburen güzel otomobiller üretir.
Mesela Fransızların kızları çirkindir. Koltuk altı tüyleri ve favorileri ile bilinirler. Arabaları da dandiktir. Fark ettiyseniz, otomobil demedim, araba dedim. Zira Fransızlar ancak araba yapabilir. İngilizlerde de durum farklı değil. Kızlar, arabalar tümüyle çirkin. Doğu blokuna girmeyelim, konuyla alakasız. Sosyalizm orada güzel araba yapılmasına imkan tanımadı.
Dieter Rams, otomobili güzel kadını güzel bir ülkenin vatandaşı. O kadar güzelliğin içinde de boktan bir tasarımcı olmamış. 60’larda Braun için birçok şey tasarlamış. Jonathan Ive ise Chingford’da doğmuş bir İngiliz köylüsü. Apple’da çalışıyor; titri: Senior Senior Vice President of Industrial Design. Hepmizden çok kazanıyor ama boktan bir tasarımcı. Herr Rams ne yapmışsa, almış taklit etmiş. Apple, Mac, i-pod manyağı bütün karıya, kıza ve art direktörlere selam ederim.
not: Yukarıdakiler Braun'un televizyonu, radyosu, cep radyosu...
24 Nisan 2008 Perşembe
Belinda Carlisle’ı hiç böyle görmediniz. Hemen tıklayın.
23 Nisan 2008 Çarşamba
Müziğin beş para etmez ama kafan çalışıyor maşallah.
Madam Yorke ve arkadaşlarını takdir edenlere bir iki sorum var.
Ortalama bir albüm çıkardığın zaman, gruba ödenen ücretten, masterını yapan müzisyen olmak istemiş ama olamamış adama ödenen ücrete kadar her şeyin maliyeti ne tutuyor? Bütün bu maliyeti cd başına böldüğün zaman ne çıkıyor? Hesaplamışlar, 3 Amerikan doları. Stüdyoda harcanan elektrik bile bu masrafa dahil. Güzel. Peki neden bir albüme bunun en az 5 katını veriyoruz? Mesela 7 dolara iki mislinden fazlaya satsalar olmaz mı? Olmuyor demek.
Kayserili KOBİ Thom Yorke ve arkadaşları, hayranlarımız albümümüze ne kadar değer biçiyorsa o kadar versin ve sitemizden indirsin demişti ya... Bir albümün değerinin 3 dolar olduğunu bilmeyen ve hayatı boyunca bunun misli misli fazlasını ödeyen birinin bu duruma tepkisi ne olur?
Ay ne şekerler...
Bok şekerler!
Resimdeki şarap şişesine dönecek olursak, şişenin sahibi Güney Afrikalı şarap üreticisi Pieter Walser. Bir hayli uyanık bir adam. Son mahsülü “Moment of Silence”ı aynı yöntemle satışa çıkarmış. Gidin alın marketten ve o kocaman gönlünüzden ne koparsa onu verin demiş. Etiket yok, fiyat yok. Ne kadar istersen onu ver. Hmm peki orta kalitede bir sofra şarabının maliyetini kim biliyor?
Sonuç, bütün şaraplar satılmış ve alıcılar Pieter’ın tahminin %20 kadar fazlasını ödemiş.
22 Nisan 2008 Salı
Felaket Dedeleri! Erozyon Dede ve Deprem Dede’nin kitapları ilk defa bir arada: Dedeler Seti çıktı!
Deprem Dede’yi biliyordum bilmesine ama diğer dedeye “Ağaç diken tonton adam” diyordum. Velhasıl onun da lakabı varmış: Erozyon Dede! Bugün DNR’da dolaşırken kitabını gördüm. Tema Vakfı filan feşmekan, kitabı çıkmış, adının yanında Erozyon Dede yazıyor.
Uzatmıyorum, ben dedelerin isminden rahatsızım. İkisi de Ay Dede gibi adam, tonton, nur yüzlü. Ayrıca torunları yok mu bu dedelerin? Erozyon Dede torununa ne anlatır? Toprak bir kaydı, bütün köy göçük altında kaldı. Çoluk çocuk gittiler. Hadi bakalım yaşa bu travmayla!
20 Nisan 2008 Pazar
cash tıraşı!
Barlas, okuyan bilen adam ama okuyan-bilen insanların müzik dinlemeye pek zamanları olmaz. O yüzden konu müzik olunca pek ciddiye almamak lazım. Zaten Barlas’ın İbo-Sinatra benzetmesinin de –her ne kadar yazısında söylemese de- müzikle ilgili olduğunu sanmıyorum. Bilindik şeyler; Sinatra’nın mafya, politikacılar ve kadınlarla olan ilişkisi üzerinden bir teşbih kurmuş olsa gerek.
Ali Şen karnaval gibi bir insan. İzlerken başım ağrıyor. Şehrimizi terk etsin ve bir daha gelmesin istiyorum. Cash, folklorik bir karakter, İbo da öyle demiş, çekilmiş.
Lan gidin klasik müzik dinleyin, jazz dinleyin, bulaşmayın böyle şeylere. Yazıya başlamadan önce bu kadar kızgın değildim, yolda açıldım. E ama bu da sinir sistemi, sindirim sistemi değil ki sıçayım düzelsin.
Çal oradan bir Ramones, beybi! Çal da sempatikleşelim tekrar.
Beat on the brat with a baseball bat!
18 Nisan 2008 Cuma
bernbach'a saygılarla...
Otomobili şu hayvana benzet, bu hayvana benzet, olmadı robot olsun, transformer gibi açılıp kapansın, e yetti ama. Metaforlarınıza sokayım. Yürü be Paris DDB! Kim ne derse desin, bayıldım bu kampanyaya. Tokadı vurdunuz Metaforcu Tamil Gerillalarına. Şimdi biri çıkıp der, yok şu başlık olmamış, bu daha iyi olurdu filan, meşe odunuyla girerim.
Not: Erik Vervroegen estirmiştir şimdi TBWA Paris’i. Yazın lan daha iyisini.
17 Nisan 2008 Perşembe
Roberto Carlos’tan kaleci olmaz.
16 Nisan 2008 Çarşamba
Ayhan Akman çıksın, Jessica Simpson girsin.
Jessica Simpson’ı görsem tanırım ama hayatta ne yapıyor bilmiyorum. Ayhan Akman da öyle, yanımdan geçse, ha bu derim ama Galatasaray’da yıllardır ne yapıyor bilmiyorum. Hadi Jessica’nın memesi poposu var, önemli değil de, Ayhan’ı ne yapalım?
Sadece sarışın olduğu için takımda tutuluyor desem saçmalama dersiniz. E ama biz sarsak Metin’i de Sarı Fırtına (o da kumraldı ya neyse) diye çok tutmuştuk. Feyyaz’ın kalibresinin onda biri değildi ama daha havalıydı. Sonra Galatasaray’da bir Ufuk vardı, sapsarı bir şey, Aussie. Çok kötü topçuydu. Onu da oynattık yıllarca. Fotospor’un en yakışıklı futbolcu yarışmasının daimi bir numarası Semih. Hem sarışın hem de kabiliyetsiz, oldu mu üç... Sarışın futbolculara daha çok şans veriliyor genellememin tutması için daha çok örnek düşünmem lazım. Bu haliyle pek inandırıcı değil.
Not: İsveçli sol bekimiz Ljung da çok vasat herifti. İsveç’in o dönemdeki süper kadrosundan en son transfer edilecek adamdı. Şampiyonluk golünün ortasını yapmıştı ama yine de sevmem. Al bir beceriksiz sarışın daha.
Elite Squad ya da Seçilmiş Irk
Kaka, Giselle Bündchen, Cansei de Ser Sexy, Marcello Serpa, son olarak da Jose Padilha. Sevdiğim disiplinlerden birer örnek verdim ama siz gönlünüzce çoğaltabilirsiniz. Brezilya dediğimiz yerde her şeyin iyisi, güzeli mevcut. Bir peygamber olsa ve bana inananlar ölünce Brezilya’ya gidecek dese, hiç düşünmem, inanırdım.
Elite Squad, ilk paragraftan da tahmin edebileceğiniz gibi bu şahane ırkın nefis bir filmi. Polisiye olmasına polisiye ama bildiğimiz polisiyelere pek benzemiyor. Ben elinde kalaşnikoflarla sokakta nöbet tutan gangsterler hiç görmedim. Diğer polisiyelerden farkı da bu galiba. Coğrafi ve kültürel farklarını ortaya koymuşlar, çekmişler. Yerel bir hikaye ama gözünüz korkmasın. Bizim denemelerimiz gibi sakil değil. Ağzım açık izledim.
Güzel top oynayarak kazanamazsın. Koyacaksın dirseği burnuna burnuna!
Fener’in iki Chelsea maçını da izledim. Haksızlık etmek çok isterdim ama güzel oynadılar. Kafama takılan şey başka. Fener iki maçta toplam kaç faul yaptı? Neredeyse hiç. Hele İngiltere’deki maç, sanki dostluk maçı oynuyorlardı. Ya iki ya üç faul filan oldu maçta. Fener, Chelsea’yi top oynayarak yenebileceğini sandı, yenildi. Yenemezsin tabii ki. Seneye Eto’yu al, yine yenemezsin. Bir üçüncü dünya ülkesi takımının karakterini sahaya yansıtmazsan, şımarık batılıları haklıyamazsın.
Galatasaray UEFA kupasını nasıl kazandı, hatırlamıyor musunuz? Her maç kavga etti, dövüştü ve hatta çirkefleşti. O sene Avrupa’nın en sevimsiz takımı oldu ama sonuçta kupayı kaldırdı.
Street Kings ya da Mahallenin Muhtarları
Forest Whitaker nasıl bu kadar ünlü oldu? Hem zenci, hem şişko hem de bir gözü kayık. Hayata bu kadar çok dezavantajla başlayıp, milyon dolarlık bir oyuncu statüsüne nasıl ulaşmış olabilir? Yanlış anlama olmasın, seviyorum Forest’ı ama başarısını çözemiyorum. Mesela Keanu Reeves’in bugünlere nasıl geldiğini biliyoruz, David Geffen’a verdi yıllarca. Sorgulamıyorum kariyerini. Aklım Forest’ta.
Filmin sürpiz ismi Doctor House yani Hugh Laurie’ydi, yardımcı oyuncudan hallice bir rolde. İlk göründüğü yeri güzel planlamışlar. Tam Housevari bir giriş yapıyor. Prison Break’in zencisi de vardı, adını bilmem. Bu diziler yüzünden bir sürü gereksiz oyuncuyu hatırlamaya başladım zaten.
Filme gelince, orta şekerli bir polisiye. James Ellroy romanından uyarlama olmasa notunu kırardım ama abinin bende hatırı var.
Başkasının hakkını yiyen insanlara güvenmeyin.
Bu şişko kadın festivalin yöneticilerindenmiş, iyi filmden anlarmış. Bize de iki film önerdi: El Topo ve Bulgur Pilavı. Manitam da bu şişko kadını dinledi, bilet aldı. Uyardım, 15 yıldır festivale gidiyorum, önsezilerim alma diyor dedim. Dinlemedi. Bulgur Pilavı’na gitmedim. Manita gitti. Çok kötüymüş. El Topo’ya ise beraber gittik. Berbattı. 2 sene önce Çin Büfe’de yemekten zehirlenmiştim. Filmi izlerken aynı belirtileri gösterdim. Soğuk ter, vücutta kırgınlık, göz ağrısı... Siz siz olun, bu şişko kadının film tavsiyelerini dinlemeyin.
Not: Bu şişko kadın fotosu örnektir. Gerçek şişkonun fotoğrafına bütün çabalarıma rağmen ulaşamadım.